19 Aralık 2013 Perşembe

Mezarlarınıza tüküreceğim...

0yorum
Çok güçlü bir hikayesi olan, hiç bir cümlesinde gereksiz hiç süs olmayan, tek bir fazla cümlesi bulunmayan bir roman Mezarlarınıza Tüküreceğim. 

Kitabı başladığım gün bitirince hemen bir kaç satır yazayım istedim. 

Vian kitabı, hikaye Amerika'da geçiyor olmasına rağmen Fransızca basmış önce. 1946'da, savaşın hemen arkasından teni beyaz renkli bir zenci gencin, ırkının intikamını almak için nasıl suç işleyebildiğini, üstelik müthiş derecede ayrıntıyla anlatmış. 

Seks ve cinayete dair tüm ayrıntılar kitapta açık seçik anlatılıyor. Zaten bu açık seçik olma durumu kitabın ABD'de yayınlanmasının (hatta yıllar sonra Türkiye'de de yayınlanmasının)  önünde bir engel oluvermiş. Kitap uzun süre yasaklanmış. (Türkiye'de tümzamanlar yayıncılık tarafından basılan kopyada mahkeme kararı ile pek çok cümle çıkartılmış. Ama küçük bir hukuk hilesi ile çıkartılan cümlelerin neler olduğuna dair mahkeme kararı kitaba eklenmiş ...) Bir de filme alınmış roman. Hatta Vian filmin galasında kalp krizi geçirip yaşama veda etmiş. 

Neyse biz yine kitaba dönelim:  İthaki yayınlarının bastığı ve elimdeki kopya 6. baskı. Ancak bu güzel kitabın çevirisi başta olmak üzere editoryal sıkıntılarından söz etmezsem eksik kalır.

Elimdeki kitabın künyesine göre çevirmen Bal Onaran. Kendisi kitabı Fransızca'dan çevirmiş ancak okuyunca keşke çevirmeseymiş dedim ne yalan söyleyeyim. 

Benim takıldığım iki ayrıntı var: Çevirmenimiz "Sopa" anlamına gelen "club" sözcüğünü çevirmekten bile aciz olduğu için "golf kıyafetiniz ve kulübünüz var mı?" diye bir soru sordurabiliyor  kitaptaki karaktere...

Ya da genç kız, esas oğlana kısa süre önceki sevişmelerini hatırlatıp "benimle tekrar uyuyacak mısınız?" demekte. Esas oğlanın yanıtı da "ne zaman isterseniz uyurum" oluyor doğal olarak.

Bunlar çevirdiği dili, Fransızcayı bilememekten değil, Türkçeyi bilmemekten kaynaklı sorunlar bence.

Ekşi sözlük'te Lake of the Hell isimli kullanıcı da bazı hatalardan söz ediyor:

çoğu kelimenin eklerinin yanlış çevrimi ("aklımı sende bıraktım" değil de "aklıma sende bıraktım" gibi), özel isimlerin tamamen yanlış çevrimi (duke ellington değil de doke ellington gibi)...
Tamam anladık çevirmenin Türkçe bilgisi yeterli değil, hatta çevirii kitaptan soğutmaktadır. Peki yayınevi bu çeviriyi hiç okumamış?

İthaki yayınları tarafından basılan kitabın künyesinde editör yok, sadece düzeltmenin ismi var. Demek ki gerçekten kimse edit etmemiş, çevirmenden gelen hali aynen basılmış. Üstelik kitabın 6. baskısı... Yani bittikçe basılmış, bittikçe basılmış ama hiç ne basıyoruz biz diyen olmamış.

Yazık iyi bir kitapevi diye bilirdim halbuki.


18 Aralık 2013 Çarşamba

Brandenburg kapısı dardır geçilmez...

0yorum
İrlandalı polisiye gerilim yazarı
 
Önce kitabın arka kapağındaki tanıtım yazısına bir bakalım:

"80'li yıllarda bir eylemci Berlin'deki sokak ortasında vurulur. Paraguay'da bir arabanın çarpıp kaçtığı çok geçmeden can verir. Yaşlı bir işadamı, Asuncion'daki görkemli malikanesinde kafasına kurşun sıkarak intihar eder. 

Bu ölümlerin birbiriyle bağlantılı olduğuna inanan Gazeteci Rudi Hernandz ise olayı çözemeden korkunç bir cinayete kurban gidecektir. 

Gazetecinin akrabası Erica, AB'ye bağlı Avrupa Güvenlik İdaresi'nde uzman olarak çalışan Volkmann'ı araştırmayı sürdürmeye ikna eder.  Başlangıçta Volkmann'ın elinde işe yarar hiçbir ipucu yoktur. Sadece banda alınmış anlamsız bir konuşma ve yarısı yanmış, eski, siyah beyaz fotoğraf... 

Bu fotoğraf Avrupa tarihini elli yıl geriye götürecek korkunç bir planı açığa çıkarır: bugün de tekrarlanabileceğini bildiğimiz için, büsbütün korkunçlaşan bir planın... 

Volkmann'ın artık kendi geçmişinin acılarıyla yüzleşmekten başka çaresi yoktur."

Doğan Kitap'tan Ali Cevat Akkoyunlu imzası ile çıkan bir kitap Brandernburg. Yazar hakkında yayınevi "Eleştirmenler, Glenn Meade’in romanlarını, olay ve kurgu bakımından, Frederick Forsythe, John le Carre ve Tom Clancy’nin heyecanlı bir karışımı olarak niteliyor" yazmış.

479 sayfa süren kitapla ilgili yazılacak çok şey var lakin biraz da spoiler içereceğini önceden söyleyecek başlayayım yazmaya.

Glenn Meade, (bence) hiç de yayınevinin pompaladığı kadar Frederick Forsythe, John le Carre ve Tom Clancy'nin heyecanlı bir karışımı değil.  Neden böyle net bir iddia ortaya attığımı aşağıda yazacağım. Lakin önce kitabın tanıtım yazısına bir bakalım...

Her şeyden önce kitabın '80'li yıllarda geçtiğine dair tek bir gönderme bile yok kitapta. Tarihler 23 Kasım ile 24 Aralık arasında, lakin bilinmeyen bir yıla ait...

Tanıtım yazısındaki ilk cümle: "80'li yıllarda bir eylemci Berlin'deki sokak ortasında vurulur." şeklindeydi.  Berlin'de vurulup öldürülen eylemcinin ismi Dieter Winter'dir ve kitabın (galiba) 91. sayfasında ondan ilk kez söz ediliyor.

"Paraguay'da bir arabanın çarpıp kaçtığı çok geçmeden can verir." cümlesinin devrik haline bakmadan devam edelim.

"Bu ölümlerin birbiriyle bağlantılı olduğuna inanan Gazeteci Rudi Hernandz ise olayı çözemeden korkunç bir cinayete kurban gidecektir. " cümlesinde anlatılan Hernandez'in ölümü 80. sayfada yaşanacak.  Tabi uzun soluklu bir kitabın ilk bölümünün sonundaki olay da tanıtım yazısında yer alabilir ama gel gör ki kitabın tanıtım yazısı ile içeriğinin ilişkisi daha da sorunlu.

Okumamış olanların keyfini kaçırmamak için daha fazla ayrıntı vermeyeceğim.

DİKKAT! BU BÖLÜMDEN SONRASI AĞIR DERECEDE SPOİLER İÇERİR!

Gelelim iddiama. Büyük boy ve 500'e yakın sayfa sayısına rağmen  kitabın 100. sayfasında neyin ne olduğu az çok ortaya çıkmış durumda. Naziler, Güney Amerika, filan diyince akla ilk gelen, kitabın en büyük gizemi olan Hitler'in oğlu oluveriyor zaten.

Üstelik işin içine bir de patlamayan bir nükleer başlık yerleştirince sayfaları arttırmaktan başka bir şey yapmış olmuyorsunuz.

Peki deyiyor mu? Meade'nin ilk baskısı 1994 yılında İngiltere de yapılan kitabı ne yazık ki keçi boynuzu gibi. Uzun uzun dişlemeniz, çiğnemeniz gereken bir tahta parçası. Elde ettiğiniz ise bir damla bal.

Tabii ki kitabın keyfili yerleri var. Okuyanı heyecan dalgası içine alan, bir sonraki sayfayı, bir sonraki sayfayı arka arkaya deviren yerler var elbet. Lakin kitabın geneli böyle değil. Hatta kitabın küçük bir kısmı böyle.

Polisiye'nin merak unsuru içermesi gerektiğini, okuyucunun merakını ayakta tutmak gerektiğinin pek farkında değil gibi yazar. Her ateş edildiğinde "duvara, kara, ağaca, ete saplanan mermiler" metaforu gibi, sık sık başvurulan tekrarlar; Latin Amerika'dan Avrupa'ya şehir şehir gezilmesine rağmen hiç bir yerin havasını tam olarak soluyamamamıza kadar pek çok sorun var kitapta. Almanya ve Kızıl Ordu Fraksiyonu gibi bir malzemenin resmen heder edilmesi var...

Yani? Meade'nin diğer kitaplarını, özellikle Kar Kurdu'nu merak ediyorum. Umarım o da böyle çıkmaz diyerek bitireyim yazımı...

15 Aralık 2013 Pazar

"Beyaz Toros" Faili Belli Devlet Cinayetleri

0yorum
Sınırın az ötesinde, Yunanistan’da örneğin, beyaz bir otomobil yanınıza yanaştığında korkar mısınız? Hayır. Ama o araba size İzmir’de, Ankara’da, Elazığ’da, Diyarbakır’da yanaşsa aklınıza olmadık akıbetler gelir. Söz konusu korkuysa, eşitiz.

Bu yazı gazeteci Gökçer Tahincioğlu'nun son çalışması "Beyaz Toros" Faili Belli Devlet Cinayetleri ile ilgili. Ancak yukarıdaki satırlar bir başka gazetecinin kaleminden, Radikal muhabiri Ayça Örer'in kitapla ilgili tanıtım yazısından. Yazıya neden başka bir yazarın tanıtım yazısından aldığım satırlar ile başladığımı anlatmadan önce meslektaşım ve arkadaşım Gökçer'in kitabı üzerine demek istediklerimi yazmalıyım belki de.

Tahincioğlu, yıllardır Milliyet gazetesinin yargı muhabirlerinden biri olarak gazetecilik mesleğini sürdürüyor. Üstelik, hak haberciliği konusunda sergilediği doğru tavrı, sadece benim gibi haberlerini okuyanlar tarafından değil, çeşitli meslek kuruluşları tarafından da ödüllendiriliyor. Çağdaş Gazeteciler Derneği İzzet Kezer Fotoğraf Ödülü, Musa Anter Basın Şehitleri Yılın Haberi Ödülü, Abdi İpekçi Yılın Haberi Ödülü, Metin Göktepe Gazetecilik Ödülü, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Basın Özgürlüğü Ödülü, Çağdaş Gazeteciler Derneği Rafet Genç Haber Ödülü bu ödüllerden sadece bir kısmı.

Kısa süre önce meslektaşı Kemal Göktaş ile birlikte "Bu öğrencilere bu işi mi öğrettiler?" Öğrenci Muhalefeti ve Baskılar başlıklı bir kitap da kaleme alan Tahincioğlu'nun son kitabı isminden de anlaşılacağı gibi devlet eliyle öldürülenlerin tarihinden izler süren, faillerin cezasız kalacaklarından, devlet tarafından korunacaklarından emin olarak suç işledikleri bir Türkiye'yi  gözler önüne seren bir kitap...

Üstelik sözünü ettiği bu durumun öyle kısa süreli, belli bir döneme özgü olmadığını da 1970'lerden günümüze dek örnekleriyle sergileyen bir kitap.

Kitabın çatısı her sene Eylül ayında 78'liler Federasyonu tarafından Ankara'da açılan 12 Eylül Utanç Müzesi'nde "faili belli devlet cinayetleri"nde katledilen isimlerin aileleri ile yapılan görüşmelere dayanıyor. Ama bu çatının arkasında yılların gazetecilik birikimi yatıyor. Yıllardır özenli bir şekilde yapılan haberler, takip edilen davalar, devletin hep sorumluluğunu reddettiği, suçluları korumaya çalıştığı vakalar var.

Kitabın girişinde Tahincioğlu şöyle diyor seçtiği vakaları sıralarken:  "70'lerden yargısız infaz, 80'lerden idam/açlık grevi operasyonları, 90'lardan faili meçhul, 2000'lerden meşru şiddet olayları ele alındı, başlangıç ve sonlarıyla nasıl benzer olduğu anlatılmaya çalışıldı..."

Kimler mi onlar? Hemen sıralayayım: 1970’li yıllardan Kadir Manga, 80’lerden Cemil Kırbayır, Hakan Mermeroluk, Ferhat Kurtay, Orhan Keskin ve Ramazan Yukarıgöz, 90’lardan Namık Erdoğan, Hasan Ocak, Rıdvan Karakoç, 2000’lerden Mahsun Mızrak, Roboski Katliamı ve Ethem Sarısülük’ün hikayeleri yakınlarının ağzından aktarılıyor.

Başka bir gazetecinin Ruşen Çakır'ın kitaptan söz ederken dediği gibi: "Kimisi çatışmada, kimisi gözaltında kaybedilerek, kimisi idam edilerek, kimisi cezaevi operasyonuyla, kimileri de askeri jetlerin bombardımanıyla katledilmiş insanların hikayeleri farklı ama kaderleri bir."

Kısaca kitap çocukları, kardeşileri, eşleri katledilmiş acılı ailelerin çığlığını, sesi duyulmayan/sesi duyulmasın diye zulme uğratılanların acılı avazlarına ses veriyor, yol açıyor. Hem çok önemli hem de değerli.

Ama bu hasletleri yanında eksiklerini, sıkıntılarını da dile getirmek gerekiyor bence. Her şeyden önce 203 sayfalık kitabın 10 sayfayı aşkın sonsözü ile başlayalım söze...Tahincioğlu'nun anlattığı hikayeler öyle acıyla yoğrulmuş ki, onların bir son söze, üstelik devlet şiddetinin kendini nasıl haklı çıkarmakta olduğunu anlatan Aristotales'ten, Foucault'dan, Agamben'den alıntılar ile kaleme alınmış  kuramsal bir dayanağa ihitiyacı yok. Kitapta sözü edilen çocukları, kardeşleri, eşleri katledilen ailelerin çığlığını işiten, kitabı okuyanların kalbi taştan olsa etkilenir, dile gelir, ah çeker...

Bir diğer problem, kitapta sözü edilen isimlerin onar yıllık tarihi bölümler içinde incelenemesine rağmen, sık sık tarihler arasında geçişler yaşanması... Hikeyesi anlatılan kişinin bir yana bırakılıp, 10 yıl, 20 yıl sonraya gidilmesi, benzer olaylardan örnekler verilmesi. Hakan Mermeroluk bunlardan biri. 80'li yıllar başlığı altında yer alan Mermeroluk'un Alemdağ Cezaevinde gaz kullanılarak düzenlenen bir operasyonda öldürülmesinin hikaye edildiği bölümde önce 1996 yılındaki Diyarbakır Cezaevine, sonra 1999 yılındaki Ulucanlar Cezaevine, ardından 2000 yılına Burdur Cezaevine gidiveriyoruz. Üstelik bir, iki cümlelik bir yolculuk değil bir kaç sayfa sürüyor bu zaman yolculuğu... Belli ki yazarın söyleyecek çok sözü var. 1980'lerden daha iyi bildiği, yakından takip ettiği, haberlerini yaptığı 1990'lı, 2000'li yıllara dair birşeyler de söylemek istiyor. Ama o zaman bu bölümlendirmelere ne gerek var diye sormadan edemiyor okur.

Gelelim üçüncü sıkıntıya. Ki zaten yazının başında şöyle bir değinmiş, Ayça Örer'den bir cümleye yer vermiştim.  Ne yazık ki Ayça Örer tanıtım yazısında kitabın ismine, yazar Gökçer Tahincioğlu'ndan daha çok yer ayırmış. Kitabın girişinde iki defa yer buluyor "Beyaz Toros" sözcüğü... Neden bu ismin seçildiği "Yok edilenlerin nasıl yok edildiğinin ortak sembollerinden biri olduğu için" diye gerekçelendiriliyor. Ancak bu kadarla sınırlı kalıyor.

Beyaz Toros'un sivil polislerin kullandığı araç olduğu; özellikle 90'lı yıllardaki faili meçhullerin pek çoğunda katledilenlerin sokak ortasında bindirildikleri Beyaz Toroslar ile bilinmezliğe götürüldükleri; muhtemelen kitapta sözü edilen isimlerin bir kısmının da benzer bir şekilde Beyaz Toroslar ile tanıştığına dair tek bir satır yok kitapta. Biz, Beyaz Toros'un ne anlama geldiğini bilenler, göndermenin derinliğini elbette anlayoruz. Ancak geleceğe tüm sözü edilen suçların bir kanıtı ve bir daha yaşanmaması niyetiyle kalacak olan bir kitabın ismindeki göndermenin ne anlama geldiğini de açıklaması gerektiğini düşünüyorum.

Herşeye rağmen, önemli ve zor bir işi gerçekleştirmiş Gökçer Tahincioğlu. Son dönemlerde araştırmacı gazetecilik denilince eline tutuşturulan belgelerden haber yapan meslektaşlarına inat, gazetecilik bayrağını biraz daha yükseltimiş. Bu nedenle de emeklerine sağlık.

3 Aralık 2013 Salı

Kan ve İnanç (PKK ve Kürt Hareketi) ~ Aliza Marcus

0yorum
2007’de ABD’de yayımlandığında büyük ilgi gören ve PKK konusunda "bugüne dek yazılmış en nesnel ve kapsamlı çalışma" olarak değerlendirilen Kan ve İnanç, bir dönem Türkiye'de de görev yapmış, ancak deyim yerindeyse yaptığı haberler yüzünden istenmeyen adam ilan edilmiş olan gazeteci Aliza Marcus’un yıllara dayanan emeğinin ürünü. 

PKK ile ilgili bilgilerin tamamına yakınının örgütten ayrılmış militanlarla görüşerek elde eden Marcus, 1989’dan beri Güneydoğu’daki gelişmeler, Kürt sorunu ve PKK hareketi hakkında haberler yapmış, makaleler yazmış ve hatta bunlardan biri dolayısıyla yargılanmış... 

Marcus, eski PKK militanları dışında, bölge halkı ve süreci yakından takip eden politikacılar ve hukukçularla yaptığı röportajlar, dönemin komutanlarının yazdıkları metinlerden, köşe yazılarından ve gazete haberlerinden yararlanarak ortaya çıkarmış Kan ve İnanç kitabını.

Şahsi kanaatim, kitabın Türkçe çevirisi bazı sorunlar taşıyor olduğu yönünde. Ama bu sıkıntılar dahi Türkiye'nin son 30 yılına damga vurmuş bir örgütü, onun liderini, eylemlerini ve etkilerini başarılı bir şekilde ele alan ciddi bir gazetecilik kitabı olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

Marcus'un kitabı -ne yazık ki- Türkçe'de eşine az rastlanılan bir çalışma. 

Türkiye'nin 30 yılına damgasını vuran Kürt siyasi hareketinin sadece silahlı kanadı PKK'yı değil, silahsız/sivil siyasetten yana olan boyutlarını, onların PKK ile ilişkilerini, PKK'nın iç çekişmelerini, bölünmelerini ve "Önderlik" denilen yapının kendisini nasıl adım adım vaz geçilmez ve değişmez ilan ettiğini de anlatıyor kitap.

Belki tek ama en önemli problemi ise son dönemde başlayan ve adına "çözüm süreci" denilen dönemin öncesini ele alıyor olması.

Bu da kitabı şu an okuyanların gündeme dair bir analiz yapmasını engelliyor olması.


Kan ve İnanç (PKK ve Kürt Hareketi)
Aliza Marcus
İletişim Yayınevi / Bugünün Kitapları Dizisi
İstanbul, 2009, 1. Basım
428 s.
ISBN : 9789750506451

Osmanlı Kültürü ve Gündelik Yaşam ~ Suraiya Faroqhi

0yorum
Suraiya Faroqhi, Osmanlı tarihi ile ilgili çarpıcı bilgi birikimine sahip bir yazar. Ama sadece bilgi birikimi ile değil, üslubuyla da dikkat çekiyor.

Faroqhi'nin bu kitabı, mimarlıktan yemek kültürüne, kişisel anıları yazmadan eğlence alanına kadar, sıradan Osmanlıların yaşamına çeviriyor bakışlarımızı.

Üstelik bunu o kadar ustaca yapıyor ki, elimizde çok az veri olmasına rağmen ne sıkıyor okuru ne de tekrarlara düşüyor.

Anlattıklarıyla hem az bilinenleri ortaya koyuyor, hem de "Osmanlı'da yok bunlar" diyenlerin her birini paramparça ediyor. Yok denilenlerin var olduğunu, yok sayılanların neden yok edilmeye çalışldığını sergiliyor.

Osmanlı tebası Ermeni ve Rumların matbaalarını da anlatıyor, Evliya Çelebi'nin elçilik heyetinde gördüğü Viyana'daki katedralden neden bu kadar etkilendiğini de...

Yüzyıllar süren bir dönemi, geniş bir coğrafyada yaşayan çok farklı dinlere ve kültürlere sahip insanların birbirleriyle ilişkilerini, birbirlerinden alıp verdikleri kültürel olguları, dünyadaki diğer insanlar ile iletişimlerini, yediklerini, içtiklerini, okuduklarını, yazdıklarını, inşaa ettikleri binaları, yani gündelik yaşamlarına dair her şeyi anlatıyor kitabında.


Osmanlı Kültürü ve Gündelik YaşamKunst und alltagsleben im Osmanischen Reich
Tarih Vakfı Yurt Yayınları / Osmanlı Araştırmaları Dizisi
İstanbul, 2011
363 s.
ISBN : 9789753330664

8 Ekim 2013 Salı

Bir 'Derkenar'ın arkeolojisi

0yorum
Her ne kadar doğum günü hakkında farklı tarihler öne sürülse de Nazım Hikmet’in 3 Haziran 1963 günü Moskova’da öldüğü bilinmektedir. Peki size ‘büyük şair’in aslında 1 Kasım 1948’de öldüğünü söylesem… Birçoğunuzun gülüp geçeceği bu iddia bir gerçeği yansıtıyor. Sıra bu sarsıcı iddianın kanıtlarını sergilemekte.
* * *
Türk şiirinin en güçlü sesi, inandığı sosyalizm ideali uğruna çeşitli davalardan 34 yıllık hapis cezasına çarptırıldı. 13 yılı aralıksız toplam 16 yılını, sevdiklerinden, dostlarından, ailesinden uzakta, Türkiye’nin dört bir yanındaki cezaevlerinde geçirdi. İçerde yeni arkadaşlıklar kurdu, yeni dostlar edindi, yeni aşklara yelken açtı.
Nazım Hikmet, “en sevdiğim kadınım” dediği, belki de en güzel şiirlerini yazdığı Piraye’den de uzak kalmıştı, cezaevinde. 16 yıllık evliliğin sadece ilk üç yılını birlikte geçirebilmişlerdi. Nazım mektuplarında yalnız şiirlerini değil, fotoğraflar, karanfiller ekleyip, resimler çizip, hasretini, aşkını, dertlerini de yollamıştı karısına. Bir de küçük bir defter yollamıştı 1941 yılı başında.
Nazım Hikmet’in “Karıcığıma geç kalmış bayram hediyesi...” diyerek, 1940 yılı Kasım ayında başlayıp 1941 Şubat’ında tamamladığı, Çankırı ve Bursa cezaevlerinde yatarken kendi elyazısıyla doldurduğu, 146 sayfalık küçük boy çizgisiz bir defter.
Bu defterin 52. sayfasında, Bir Eski Mektup başlıklı bir şiir yer alıyor.
Zevcem, /ruhu revanım /Hatice Pîrâyende, /ölümü düşünüyorum […] Belki de birbirimizden uzakta öleceğiz./ Ve haber/çığlıklarla gelecek /Yahut da ima edecekler, /ve kalanı yalnız bırakıp gidecekler… // Ve kalan karışacak kalabalığa.. /Yani efendim, hayat.../ Ve bütün bu ihtimâlât!.. /1900 kaç senesinin /kaçıncı ayı/kaçıncı günü/ kaçıncı saatında?
İşte şiirin tam da burasına başka bir el yazısı ile “1-11-948 de oldu bu iş.” yazılmış.
Bu derkenar muhtemelen Piraye’nin elinden çıkmış. Yani defterin hediye edildiği kişinin. Nazım’ın nerede ve nasıl öleceğini bilmeksizin 6 Ocak 1940’da İstanbul’da yazdığı şiirin yanına yazılmış bu notun hikayesi ise şiirin kendi hikayesinden daha heyecanlı, daha dramatik.
* * *
Kendisini çok etkilemiş olan Piraye ile tanıştıktan kısa bir süre sonra hayatını birleştiren Nazım, zaman zaman başka kadınlarla maceralar yaşasa da karısına –genellikle– sadık kalmış ve özellikle zorlu hapishane koşullarında Piraye’nin mektupları ile ayakta kalabilmişti.
1948 yılına gelindiğinde Dünya Savaşı’nın etkileri azar azar da olsa unutulmaya başlamış, hukuksuzluğun açık bir örneği olan Donanma Davası ile 28 yıl 4 ay hapis cezasına çarptırılmış Nazım Hikmet’in salıverilmesi de gündemine getirilmişti. İçeride sağlığı giderek bozulan şairin, ruhsal açıdan moralini düzelten şeylerden biri cezaevinden çıkma olasılığının tartışılmaya başlanmasıysa, bir diğeri de kendisini cezaevinde ziyarete gelen “dayı kızı” Münevver’di.
Nazım’a önce birkaç mektup yazan, hatta annesi Celile Hanım’ın isteği ile Nazım’ı telefon ile arayıp konuşan bu genç kuzen, 1948 yılı ekim ayında Nazım’ı hapiste ziyaret etti. O ziyaret bir aşkın bitimi, diğerinin de başlangıcıydı. Nazım artık Piraye’yi sevmediğine, Münevver’e aşık olduğuna karar vermişti.
Bu dönemde yazdığı şiir ve mektuplarla dostlarına olan biteni anlatmaya uğraştı Nazım. Va-Nu ve eşine yazdığı mektuplarda Piraye’yi aldatmaktan duyduğu suçluluğu karısını “sırtından bıçaklamak” olarak nitelerken; Kemal Tahir’e Piraye’yi“aldatmaktansa, onu üzmeği, hem de dehşetli üzmeği, kahretmeyi tercih ettim. Ben de hayli üzüldüm, kahroldum ve olmaktayım” diye yazacaktı.
Nazım dostlarına böyle yazarken, 1948 Ekim’inin son günlerinde kaleme aldığı bir mektubu da karısı Piraye’ye yolladı. 1 Kasım 1948 günü Piraye’nin eline ulaşan mektubunda uzun süredir kopuk olan cinsel yaşamlarının tekrar canlandırılamayacağını, ama yaşamın en güzel yıllarını paylaştığı ve en güzel eserlerine esin kaynağı olduğu için ona minnettar olduğunu ve hep dost kalacaklarını yazmıştı.
Piraye mektup yüzünden birkaç gün odasından dahi çıkamadı. Sonuçta oğlu Memet Fuat’a “Nazım ile Münevver’in arasına giremeyeceğini” söyleyerek durumu kabullendi. Daha önceki bir gönül macerasından sonra Nazım’a “Bir daha böyle bir halt edersen; senin dostun, arkadaşın, ahbabın olarak kalırım; fakat karın olamam artık. Bunu aklına koy” diyen Piraye, neredeyse bir yıl boyunca Nazım’a tek satır yazmadı. Eylül 1949’da yazdığı mektupta ise “Hikmet Bey” diye hitap ederek boşanma davasındaki avukatlarının kimler olduğunu soracaktı.
* * *
İşte yukarıda sözünü ettiğimiz derkenar, –muhtemelen– tam bu sırada o küçük çizgisiz defterin 54. sayfasına yazılmış. Nazım’ın “kalbimin kızıl saçlı bacısı” diye hitap ettiği, onu karşılıksız ve çok seven; en güzel şiirlerinin esin kaynağı, Piraye, kendisine gecikmiş bir bayram hediyesi olarak hazırlanan o şiir dolu defterin, tam da ölüm ile ilgili bir yerine, terk edilmenin, aldatılmanın acısı ile o küçük ama anlamlı notu yazmış:“1-11-948 de oldu bu iş.”
Piraye için sevginin ölümü, sevgilinin ölümü anlamına gelmiş. İşte tam da bu nedenle, Türkçe yaşadıkça yaşayacak olan Nazım Hikmet’in ölüm tarihi 1 Kasım 1948’dir denilebilir.

* * *
O küçük defter “Çankırıdan Pirayeye Mektublar” tıpkıbasım İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları tarafından, aslının birebir kopyası ve sadece bin tane olarak basıldı. Koparılıp alınmış bir sayfasından, üzerine yazılan derkenara, cilt bezinden, kağıdına kadar özenle yayına hazırlanmış… Tek kopya olarak Nazım Hikmet tarafından elle yazılan bu defter –neredeyse sadece koleksiyonculara hitap eden yüksek fiyatına rağmen– usta bir işçilik ve yoğun emek harcanarak ilgilenenlere sunulmuş.
Nazım’ın şiir defteri kitaplaştırılırken gözden kaçan birkaç  önemli ayrıntı var. “Çankırıdan Pirayeye Mektublar”  ismi aslında defteri oluşturan altı bölümden ilki. Son bölüm olan “Bursa” ise 1941’de yazılmış. Defterin yazımı Bursa Cezaevi’nde de sürmüş; içinde yer alan 15 şiirin son ikisi Ocak ve Şubat 1941’de Bursa’da yazılmış. Bu durumda defter yayına hazırlayanların iddia ettiği gibi Piraye’ye 1940 yılı Kasım ayında Çankırı’dan yollanmış olamaz.
Bu küçük yanlışa rağmen okumak, şairin el yazısını  görmek ve Memet Fuat’ın “bunu yapmak, çılgın yayıncı  ister” dediği işin nasıl gerçekleştiğini anlamak için ama daha çok koleksiyonlar için kaçırılmayacak bir eser.

ÇANKIRIDAN PİRAYEYE MEKTUBLAR
Nazım Hikmet
İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları
100 sayfa

Bu yazı 22 Ocak 2011 tarihinde BirGün gazetesi Kitap ekinde yayınlanmıştır. 

7 Ekim 2013 Pazartesi

Bölüne Bölüne Büyüyememek (Türkiye'de Sol Örgütler kitabına dair)

0yorum

Aykol’un Türkiye’de Sol Örgütler kitabı, biçimsel problemleri ve bazı hataları yüzünden tek ayağı üzerinde yürümeye çalışıyorsa da, Türkiye solunun az bilinen ve kafa karıştıran sayfalarına ışık tutmayı hedefliyor.


Türkiye’de solun tarihi, hem ciddi bir merak konusu olması hem de az bilinmesine rağmen, herkesin hakkında konuşmaktan çekinmediği bir alan. Çoğu zaman gizlilik koşulları içerisinde faaliyet göstermeye mecbur kalmış sol örgütlerin kendi tarihlerini yazma fırsatı bulamamaları bir yana, yazılan metinlerin genellikle diğer sol örgütler ya da fraksiyonlar ile “mücadele” gerekçesi ile abartılmış, çarpıtılmış olması da sık karşılaşılan bir başka durum.

Bu nedenler ile solun tarihini merak edenler uzun bir süre anti-komünist kalemlerin propagandif metinlerini okumak zorunda kaldılar. Her şeye rağmen, günümüzde –sayıları gün geçtikçe artan– kimi akademik, kimi popüler çalışmalar siyasetin sol kıyısında neler olup bittiğini bize anlatıyor. TÜSTAV yayınladığı kitaplar ile Türk solunun bilin(e)meyen dönemlerini aydınlatıyor; DİSK, KESK gibi örgütlerin tarihçeleri arka arkaya yayınlanıyor; Türkiye solunun tarihine ışık tutan en önemli çalışmanın –Mete Tunçay’ın Türkiye’de Sol Akımlar kitabı– yeni baskıları yayınlanıyor…

Solun tarihi hakkında bilgi alabileceğimiz eserler arasına son olarak Hüseyin Aykol’un “Türkiye’de Sol Örgütler” başlıklı çalışması eklendi. “Bölüne Bölüne Büyümek” üst başlığını taşıyan kitap, rahat okunan popüler bir metin olması ve derdini kolayca ortaya koyması ile övgüye; içeriği ve biçimsel hatalarıyla da ciddi eleştiriye tabi tutulması gereken bir metin.

Aykol’un kitabı, aynı ismi taşıyan ve 1996’da yayınlanan kitabın gözden geçirilmiş, geliştirilmiş ve genişletilmiş ikinci basımı. Yazarın iki sayfayı biraz aşan kısa Önsöz’de belirttiği gibi; kitabın amacı, kesin sayısını belirlemenin çok zor olduğu sol örgütleri olumlamak ya da eleştirmek yerine, bir katalog halinde okura sunmak. Açıkça ifade etmek gerekiyor ki, Akyol, bu amaca ulaşmış.  Kitap Osmanlı Dönemi, Tek Parti Dönemi, Çok Partili Döneme Geçiş, 1960’lı Yıllar, 12 Mart Sonrası, 12 Eylül Sonrası ve2000 Sonrası Durum başlıklarını taşıyan 7 alt başlıkta sol örgütleri –legal ve illegal ayrımı yapmaksızın– kısa tarihçeleriyle tasnif ediyor. Ardından Kürt Sorunu Partileri ile CHP ve Türevleri başlıkları altında sol örgüt olarak kategorize etmediği bir dizi başka partiyi de listeliyor. Son olarak da Türkiye Solundan Portreler başlığı ile 20 ismin biyografisine yer veriyor. Dizin ve Kaynakça dışında Türkiye Solunun Dört Ana Damarı ve Sol Örgütlerin Çıkardığı Kimi Yayınlar başlıklı iki liste de Eklerbölümünde yer alıyor.

Kitabın bu kısa dökümünden sonra kendi sözleriyle “neredeyse 40 yıldır sol siyaset içinde olan” yazarın çalışmasında eleştirilmesi gereken yerleri de sıralayabiliriz.

Her şeyden önce kitabı oluşturan metinlerin büyük bir çoğunluğuna bir internet taraması ile ulaşmak mümkün. Özellikle portreler başlığı altındaki isimler için yazılan metinlerin, bulunduğu kaynaktan alındıktan sonra hiç edit edilmeden kullanılması bazı fotoğraf altı yazılarının da anlamsız şekilde kitapta yer almasına neden olmuş.

Yazar, sol kavramının içeriğini nasıl doldurduğunu anlatmadığı  gibi; dönemselleştirmeler içinde sözü edilen siyasi hareketlerin nereye oturduğu, gücünün ve etkisinin ne olduğu, örgütlerin neden bölündüğü ve bölünmeler sonrası etkinliğin ne derece azaldığı ya da yön değiştirdiği gibi soruları da yanıtsız bırakıyor.

Kitabı okurken, –yazar bir açıklama yapmadığı için– örgütlerin hangi kritere göre sıralandığına dair ancak tahmin yürüterek sonuca ulaşabiliyoruz. Örgütler bizim tahminimizce kuruluş tarihlerine göre kronolojik olarak sıralanmış. Ancak ele alınan ilk örgüt bile bu sırayı bozuyor. 1920 Eylül’ünde kurulan TKP, 1910 Eylül’ünde kurulan Osmanlı Sosyalist Fırkası’ndan önce yer alıyor. TİP, FKF, TİİKP, TKP/ML, TKP-B, TKP/ML Hareketi, Acilciler, Devrimci Yol, MLSPB,… gibi örgütler de kronolojik sıralamayı ihlal ediyor.

Yazar kitaba hangi örgütleri dahil ettiğini anlatırken İttihatçıların Osmanlı Mesai Fırkası’nı ve Kemalistlerin Resmi TKP’sini neden listeye almadığını açıklıyor. Ancak Amele Fırkası ve Müstakil Amele Fırkası gibi sol örgütler bir yana, mesela –portrelerde ele aldığı– Avcıoğlu’nun partileşmeyen Yön-Devrim çizgisinden de söz edilmiyor.

Merkez solda yer alan (Cumhuriyetçi Mesleki Islahat Partisi, 946’lar Milli Mücadele Partisi, Demokrat Birlik Partisi, Türkiye Kardeşlik Partisi, Türkiye Birlik Partisi, Demokratik Barış Hareketi, Barış Partisi, Sosyal Demokrat Parti, Toplumcu Demokratik Parti, Yeni Türkiye Partisi gibi) siyasi partilerin neden Ekler bölümünde CHP ve Türevleri başlığı altında, CHP, DSP, SDHP, DSHP, 10 Aralık ve TDH’nin yanında sıralanmadığı; HP, SODEP ve SHP’nin neden incelenmediği soruları da yanıtsız kalıyor.

Listede neden yer aldığını bir türlü anlamlandıramadığımız  tek parti ise TÜSİAD eski başkanı Boyner’in kurduğu Yeni Demokrasi Hareketi.

Halen Kürt siyasetine yakın çizgide yayın yapan Günlük gazetesinin yazarı ve okur temsilcisi olan Aykol’un; legal siyaset yapan Kürt partilerini listeleyip, “benim için içinden çıkılmaz haldeki Kürt örgütleri, Kürtçe araştırma yapma şansım olmadığı için bu çalışmamıza alınmamıştır” şeklindeki cümlesi ise; kitabın ismindeki “Türkiye” tanımlamasını ne yazık ki tek ayağı aksak hale getiriyor.

Belki son bir eleştiri de kitabın üst başlığındaki Bölüne Bölüne Büyümek tanımlaması için yapılmalı. Kitapta sık sık tekrar edilen büyüme metaforu ne yazık ki gerçek hayatla örtüşmüyor. Legal ya da illegal örgütler, açıktır ki bölündükçe büyümek yerine küçülüyor, hem nicelik hem de nitelik olarak.

Aykol’un kitabına yönelttiğimiz tüm bu eleştirilere rağmen, Türkiye solunun az bilinen ve kafa karıştıran sayfalarına ışık tutmayı hedeflemenin doğru bir hamle olduğunun da altını çizmek gerekiyor.


Bölüne Bölüne Büyümek
TÜRKİYE’DE SOL ÖRGÜTLER 
Hüseyin Aykol
Phoenix Yayınevi
158 sayfa

Bu yazı 12 Haziran 2010 tarihinde BirGün gazetesinde yayınlanmıştır. 

Seyfettin Efendi ve Olağanüstü Maceraları #1 Yeditepe Canavarı

1 yorum
Seyfettin Efendi, Devrim Kunter'in oldukça emek harcayarak, kendi çizdiği, kendi yazdığı ve kendi yayınladığı çizgi roman.  "Olağanüstü Maceraları" alt başlığı, 01 olarak numaralandırılmış olması ve hikayenin finalinde devam sinyali verilmesi dikkat çekici bir seri ile karşı karşıya olduğumuz hissini doğuruyor. 


Ancak Seyfettin Efendi, oldukça postmodernist bir şekilde, Sherlock Holmes'den, Stoker'in Drakula'sından, Vampir hikayelerinden esinlenmiş/etkilenmiş bir hikaye olarak çıkıyor karşımıza.


Çizimler oldukça güzel, ancak derinlikli değil. Renklendirme ve bilgisayar efektleri ile sağlanana sanal derinlik yaratma çabası, ayrıntıları yok etmiş gibi. Seyfettin ve 4 arkadaşı yaşayan karakterler gibi değil, süper kahramanlara gönderme yapan karton tipler ne yazık ki. Birbirleri ile gerilim yaşayan Esat ve Pehlivan İsmail... Dönemine saç kesimi dışında hiç bir şekilde uymayan ve kadın karakter, İfşay-ı Sırr Teşkilatı'nın daha çok Seyfettin Efendi'den ibaret olduğu hissini uyandırıyor. 


Osmanlı/Yakın dönem cumhuriyet tarihine dair göndermeler ise dönem hikayesi olmasına rağmen oldukça kısıtlı. Hatta kimi zaman yanlış...


YAZININ BUNDAN SONRASI SINIRLI MİKTARDA İSPİYON İÇERİR

Osmanlı Matbaacılığına Ermenice bir katkı

0yorum

Ermeni yazar ve yayıncı Teotig, Ermeni basım sanatının çetelesini tuttuğu 100 yıllık kitabı Dib u Dar ile üstü özenle örtülmeye çalışılan gerçekleri gözler önüne seriyor. Ermeni matbaacılar olmasaydı Osmanlı matbaacılığı diye birşeyden söz etmek çok da kolay olmazdı. 

“Dib u Dar” yani “Baskı ve Harf” isimli kitap, üzerinde yaşadığımız toprakların tarihine 100 yıl önceden müthiş bir ışık tutuyor. Ermeni alfabesinin icadının 1600. ve Ermeni matbaacılığının 500. yılı çerçevesinde bundan tam 100 yıl önce yazılıp İstanbul’da yayınlanan, yazar ve matbaacı Teotig’in kitabı, Birzamanlar Yayıncılık tarafından başarılı bir çalışma ile Türkçe’ye kazandırıldı.

Teotig, kitabında basım sanatı ve basının Ermeni kültür dünyasındaki yerini 180 görsel eşliğinde ayrıntılarıyla anlatıyor. Bu sırada Venedik’ten İstanbul’a, Boston’dan Van’a, Kahire’den Bombay’a, 17 ülkenin 95 şehrinde kurulmuş 462 matbaa ve kurucuları hakkında tek tek bilgi veriyor ve “Gutenberg’in öğrencileri” dediği Ermeni matbaacıları tanıtıyor. Bununla yetinmiyor, bir akademisyen titizliği ile kendinden önce bu konuda yapılan çalışmaları listeliyor, onların eksik ve yanlışlarına değiniyor.

Matbaayı “İnsan düşüncesinin en kuvvetli silahı” olarak gören ve “kötülere karşı verilen mücadelelere hizmet etmek ve haksızlıklara karşı gelinmesine yardımcı olmak” için çabalayan Teotig, “eksiksiz” olmadığını hatırlattığı  çalışması ile amacına oldukça yaklaşmış görünüyor.

Peki Türkçe baskısının üzerinden 3 aydan fazla zaman geçmesine rağmen –belki kasıtlı belki de bilinçsizce–  sözü bile edilmeyen kitabın, bizim açımızdan önemi nerede yatıyor?

Teotig’in 1915 yılında yaşanan kıyımdan tesadüfler eseri kurtulabilmesi ve yayıncılık dünyasının envanterini tutmaya 1915’ten sonra da devam edebilmesinde mi? Elbette sadece bu değil.

Hala, matbaanın bu topraklara İbrahim Müteferrika tarafından getirildiğini düşünenler için kabul etmesi zor bir içeriği var kitabın. Teotig’in kitabında andığı bazı Ermeni matbaacılar, Osmanlı basım sanatının kurucuları ve geliştiricileri arasında yer alan isimler. İçlerinde Matbaa-i Amire’de müdürlük yapan, Padişahın özel ilgisine mahzar olup sadece bir defa verilen nişanlar ile ödüllendirilen, hatta Osmanlıca harfleri basıma uygun halde çizen, bunların çeşitli puntolarda dökümünü yapanlar var.

Yani, bazıları için kabul etmek zor olabilir ama, Teotig kitabıyla sadece Ermeni basım sanatına değil, aynı zamanda Türkiye matbaacılık tarihine de ışık tutuyor. Üstelik anavatanı üzerinde yaşadığımız topraklar olan Ermeni matbaacıların Venedik’te başladıkları basım sanatına, İran’dan Hindistan’a kadar uzanan geniş bir coğrafyada nasıl ürünler verdiğini sergiliyor.

Kitabın önsözünde Teotig, matbaanın  Gutenberg tarafından icadından 60 yıl sonra Ermenilerin, Hollandalı, Rus, Türk, Norveçli ve pek çok milletten önce kendi kitaplarını bastıklarını hatırlatıp şöyle yazıyor: “Böylesine saygın bir yıldönümü vesilesiyle ortaya konan hiçbir şey, Ermeni matbaacılığının güzelliğini ve mükemmelliğini ortaya koyan çalışmadan daha anlamlı ve güzel değildir.”

Güzellikten söz edince kitabın orijinali ve 100 yıl sonra gelen Türkçe baskısını da bir parça karşılaştırmamız gerekiyor… Türkçe baskını yayına hazırlayan Osman Köker’in söz ettiğine göre kitap 1912 yılında iki farklı kağıda, iki farklı kapak tasarımı ile basılmış. Örnek sayfalardan Ermenice baskısının oldukça süslü olduğu da görülüyor. Köker ve yayınevi ise uzun uğraşlar ile  yayına hazırladıkları Türkçe baskıyı oldukça sade basarken (örneğin her sayfanın üç kenarını çerçeveleyen süslemeler Türkçe baskıda yok), içerideki görsellerden, kapak tasarımına kadar orijinaline uygun olması için özen göstermişler. Birzamanlar Yayıncılık tarafından hazırlanan baskının kapak çalışmasının 100 yıl önceki kapakla aynı olması bile bunun göstergesi.

1915’te yaşanan kıyımın etkisiyle İstanbul’dan Anadolu’nun içlerine sürülen, ölüm tehlikesi altındayken dahi kitabını geliştirebilmek için yeni örneklerin peşine düşen, İzmit’ten karısına kendisini kurtarması için mektup yazan, ama içine “Ciltçi Hayg’ın yanında Hindistan’ın eski tarihi hakkında 1841 yılında Kalkuta’da basılan bir kitap var. Bu çok ender bulunan bir kitap. Ciltçiye parasını ver ve kitabı geri al” yazan Ermeni yazar ve yayıncı Teotig, Ermeni basım sanatının çetelesini tuttuğu kitabı 100 yıllık kitabı Dib u Dar ile üstü özenle örtülmeye çalışılan gerçekleri 100 yıl sonra dahi gözler önüne seriyor. Ona bu müthiş çalışmasından ötürü Türk basım ve basın dünyasının da bir teşekkür borcu var.

“Ermeni matbaacılar olmasaydı Osmanlı matbaacılığı diye birşeyden söz etmek çok da kolay olmazdı” diyerek, hem Teotig’e hem de onun çalışmasını 100 yıl sonra Türkçe’ye kazandıran Osman Köker ve Birzamanlar Yayıncılık’a teşekkür etmiş olalım.


MÜRETTİP ERMENİ KADINLAR 

Dört yüz yıl içinde (1592-1912) tüm dünyada sayısız Ermenice kitap ve gazete basan yaklaşık 460 matbaa açılmıştır. Her birinde ortalama üç mürettip çalışmış olsa bu hesapla Gutenberg’in Ermeni talebelerinin sayısı bin 400’e ulaşır. Bu bin 400 kişilik grubun içinde sadece iki kişi kadındır. Bayan Hayganuş ve Şuşan, Ermeni mürettip bulunmaması sebebiyle son zamanlarda dizgi işinin tahsilini görmüşler ve ünlü babaları Mıgırdiç Portukalyan’ın Marsilya’daki ‘Hay Dıbaranı’ (Ermeni matbaası) adlı matbaasında çalışmaya başlamışlardır.

Armenia adlı gazetenin dört sayfasını  zarif parmaklarıyla kendileri hazırlamaktadır. Böylece hemcinslerine terbiye sınırları içinde ezici bir ders vererek, hiçbir zanaatın Ermeni kadını için zor olmadığını göstermektedirler. Hayganuş aynı zamanda bir ‘linotipist’ olarak, aynı şehirde yayımlanmakta olan ‘La Sémaphoe de Marseil’  adlı Fransız gazetesinde gündelikle çalışmaktadır. Öyleyse yaşasın Ermeni feminizmi!

Teotig, Ermeni Matbaacılık Tarihi, syf. 207 


ERMENİ MATBAACILIK TARİHİ - Dib u Dar
Teotig
Çeviri: Sirvart Malhasyan - Arlet İncidüzen 
Birzamanlar Yayıncılık256 sayfa

Bu yazı 25 Mart 2013 tarihinde BirGün gazetesinde yayınlanmıştır. 


 

kitaplık cini © 2010

Blogger Templates by Splashy Templates